Gölge ve Işık...

Mutsuz Sirk Palyaçolarına Benden Selam Söyleyin... Gökçehan Daçe

Su Çürüdü...

1

Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar
deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan
havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)
Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıyla yaktım,
jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül
edip savurdum.

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

2

Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan
kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü.
Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi
yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu
sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu
zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim
sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama
durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri,
peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar,
soruyorlar, soruyorlar...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

3

Iki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek
istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?
Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla,
dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir
duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı
yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu.
Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

4

Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar
deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki
bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış.
Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne
beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının,
vebalının bir rengi vardır. Irinin bir rengi... Ölünün bile bir
rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin
rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

5

Kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.
Soyumun neye benzediğini unuttum. "Insana benziyorlardi"
diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun
halkasında insanlık...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

6

Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek
sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir
yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki
çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.
Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla
çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu
damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. Ince bir kan şeridi
sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

7

Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür
sakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımı
değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya
dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba
kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum
dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün
vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir
su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir
kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi
artık. Küstü, öldürdü kendini su...
Su çürüdü...

Adımdan gayrısını bilmiyorum…

Ahmet Telli...

Bir Ruh Kazısında Ortaya Çıkan Kitabe...

sahibu-l feryad ve’l hasarat…

kuzey yüzü
bu yüze güney acısı değmedi
bu yüzü güney acısı eğmedi
bu yüze güney acısı
bu yüzü gün
ey

h/içdenizim kurudu lahitleri omzuma vurdular
kağıtyırtan dikenli kelimeler aktı gözlerimden
b/ağladım aşktaşına kendimi kuşlukta zehir gibi
doğusu çöktü ezberimdeki son surelerin
batısına kaçtım saçlarım kırıldı
tedbiri elimden bıraktım

kağıt kanı kadar beyaz acılar çürüyor kapımda
sabahı boğazlayan bir ikindi ve allahın eli
etekleri tutuşan annelerini bırakıyor kuşkunun
tırnakları gövdeye geçtiği zaman
ruhun gemisi aklıma oturacak ağır ağır
dağın ciğerine işleyen köklerden çıkarken
kurumuş büklerin içinde etime yazılıyor şu cümle
çıkılan cehennem sadece aşktır
tedbiri dilimden bıraktım

güney yüzü
bu yüze güney acısı değdi
bu yüzü güney acısı eğdi
bu yüzü güney acısı
bu yüze gün
ey

k/aç gerçek d/okunsa bütün ölü dilleri
konuşacak ağzımdaki yara derin tarihten
kitap ve kadın yani allahın şah ve mat eseri
yeni soğulmuş kuyusudur dipleri gecenin tayfında
kendimi hangisine atsam bir ucu kapalı dehliz
bir ucu kelime
lime lime

birayetiniyorbir yetiniyorbirayet
yalnızlık amcadan daha baba yarısıdır
kavlatır
s
e
s
içimi

Başkalaşım...

arasak bulamayız gölgemizi
hangi suya baksak namevcuduz. (c.s tarancı)


/

damarlarımdan
çalımlı ırmakların gökyüzüne değdiği yerde
vaz geçtim.
bi’bahar sabahıydı (anımsıyorum)
kumruların sustuğu bi’sabahtı.
çalımlı ırmaklar gökyüzüne boşalıyordu. gördüm. utandım.
damarlarıma baktım
aynı tonda akıştılar. gökyüzü gibiydi içim.
aynı ıslaklıktılar aynı genişlik
biri birine karışıyorlardı
da ben kaçırıyordum aklımı.
kuşların kanatları vardı. herkes bilir bunu. ama ben içimdekileri diyorum:
kanatsızdılar. gördüm. kıskandım.

geriye doğruydu her şey.
suyu tekmeleyen bir çocuktum da sanki bi’kadının rahmini oyuyordum.
mezar kazıcılar
günahlarımın affı için dua ezberliyorlardı: yüzüme bakarak.
tef sesi gerginliğinde
kanun sesi katılığındaki yüzüme.

geriye doğru bi’akışta bütün ırmakları kanımdan geçirdim
neye baksam iğdiş edilmiş masal kokuyordu her şey:
çizmeli kedi kırmızı başlıklı kızın ırzına geçiyordu.
altı cüce kurtla dansa başlıyordu.
yedincisi rapunzelin peşinde.
ben vaz geçiyordum damarlarımdan
her şey kör kütük karışıyordu diğerine.

balonu üf’leyen çocuktum da sanki bi’kadının nefesi ile uzuyordum göğe.

vaz geçtiğimi sanıyordum damarlarımdan.
“hiç olmadılar ki vaz geçesin” diyene dek onlar.
onlar ki yüzümde buhurdan ve efsunla türlü çengideydiler.
dert ehliydiler sonra: “armudi kemençe sesi kadar yoksun” dediler.
“ben yok olansam siz kimsiniz” dedim.
sustular. kanatları vardı.

çocuktum sanki. bi’kadının yüksek topukları ile kanatıyordum masalları.
uzayan saçlarının kurtarıcılığını
eril bi’güce bağışlıyordu rapunzel.
kendisini kurtaranın kendisi olduğunu bilmeden!
çocuktum. kadınlığa özenen bir ruj rengiydim her yere bulaşan.
kendimi yok sayıyordum da böylece kendim oluyordum!
“hiç olmadın ki yok sayasın” diyene dek onlar.
rapunzel kesiyordu saçlarını.

durdum.
gece oluyordu.
her şey olmaması gerektiği zamanlardaydı.
yağ döken bi’çocuktu kumru: sesindeki yakarıştan anlıyordum.
yüzümde kıptî: “geceler dişidir” diyordu. ben gündüz oyunuydum.
udi
tanburi
kanuni
çekip gittiler yüzümden
flüt sesi kararsızlığında kanatları vardı.
gece oluyordu:
bi’ırmaklara baktım. bi’göğe
damarlarım mı?
onu boş verin:
kendimi ayak parmaklarımdan astım!
hiç (bu kadar dişi) olmamıştım/


/ela dincer

08.03.2008

Ve Artık Hükmü Kalmayacak Ölümün...

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Dylan Thomas

Ölümsüzler...

Yeryüzü ovalarından tüter gelir sürekli
Çıkar yukarılara yaşam dürtüsü ulaşır bize,
Diz boyu sıkıntılar, yaşam kıvancının esrikliği,
İdam mahkumlarının son yemeklerinin kanlı buğusu,
Şehvetle titremeler, tutkular sonu gelmeyen,
Katil elleri, vurguncu elleri, elleri dilencilerin,
Korkunun ve açlığın kamçısı altında insan sürüsü
Tüter bunaltıcı ve çürümüş, hoyrat ve sıcak,
Solur mutluluğu ve vahşi kızışmışlıkları,
Yer kendi kendini, kusup atar sonra içinden,
Savaşlar üretir ve güzel güzel sanatlar,
Alev alev sevinçten çatılmış evi süsler hayallerle,
Tıkınmalar yiyip yutmalar ve orospuluklar1a geçer
Göz kamaştırıcı sevinçleri içinden çocuk dünyalarının,
Herkes için yükselip çıkar dalgalardan taptaze,
Dağılıp dökülür, pisliğe dönüşür gün gelir.

Oysa bizler bulduk birbirimizi
Yıldızların aydınlattığı buzunda havanın,
Ne gündüz biliriz ne saat tanırız,
Ne erkeğiz ne kadın, ne genç ne de yaşlı.
Günahlarınız ve korkularınız,
Cinayetleriniz ve şehvet dolu hazlarınız
Bir oyundur bizim için dönüp duran güneşler gibi,
Her geçen gün en uzun gündür bizlere.
Saçma yaşamınıza bakar, sallarız başımızı,
Gözlerimiz dönüp duran yıldızlarda
Soluruz evrenin kışını,
Dostuz gökyüzü canavarıyla,
Soğuk ve değişimsizdir sonsuz varlığımız,
Soğuk ve yıldızsız sonsuz gülüşümüz.

Hermann Hesse...